Estetik Uyuşturucu Alkış ve Dönüşümü
- Fatih Buğra Akbaş
- 13 Oca 2023
- 4 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 31 Oca

“Aynı zamanda hem katılımcı hem de gözlemsel olan alkış, insanları anında, görsel ve tabii ki işitsel olarak birbirlerine ve liderlerine bağlayan erken bir kitle iletişim aracı biçimiydi. Ağa bağlı insanların yakınlıklarını ve arzularını ortaya koyan bir kamuoyu duyarlılığı analiziydi. Nitelikli benlik yerini sayısallaştırılmış kalabalığa bırakıyordu.’’
Megan Garber
Zizek, modernist sanattaki kopuşun obje ile onun yer aldığı alan arasındaki gerilimin yansıtmayla hesaba katılmasıyla ortaya çıktığını söyler. Başka bir deyişle nesne ‘’boş’’un yerine konarak estetik değere dönüştürülmektedir. Aslında yücenin nesnesi bizzat ‘’boş’’un kendisidir. Estetik nesne olarak ele aldığımızda alkış, siyasetteki varlığından farklı olarak uzamsal açıdan sahneyle ilkel bir yapay içgüdüyle örgülüdür. Bu içgüdüsel eylem genellikle edilgendir; ‘’Coşturdu’’, ‘’Çılgınca Alkışladılar’’, ‘’Alkışlar Susmadı’’, ‘’Salladı’’, ‘’Tutkulu’’, ‘’Alkış Kıyamet’’ gibi her şeyin anlamını yitirdiği sloganlar oluşturur. Bu, içten gelen, birden bire gerçekleşen bir tavırla kutlama aracı değil, benimsenerek hacim kazanmış bir niyet, kültürel bir değer yargısıdır.
Türkiye’de sanat adı altında sahnelenen, söylenen, oynanan, gösterilen her faaliyetin alkışla örüntülü olduğu, biri olmadan diğerinin çıplak kalacağını ilk lisedeki ‘’Edebi Metinler’’ dersinde deneyimleyip, yönlendirdim. Hoca için edebi metin çeşitli kafiyelerle geçmişin hakim propagandalarını coşkuyla okumaktan ibaret değildi. Birkaç kez şiir okudu. Her okumanın bitişinde, şiiri eleştirmek, metni incelemek yerine birkaç saniye bir şey bekliyordu. Bilinçli ya da bilinçsiz herkes metnin ve okumanın estetik bir mesaisinin olmadığının farkındaydı. O tarafı üniversite sınavında çıkmıyordu, kuramsal bir eleştiriye ihtiyaç yoktu. O an bir şey olmalıydı ve ben bir alkış patlattım: ‘’Bravo’’. Lise’nin var demek için, üniversiteden ya da işten önce gidilmesi zorunlu, aynı tiyatro, opera ya da konser salonları gibi var olması için var olan bir yer olduğu gerçeği o alkışla anlamını tamamlamıştı. Toplumsal bir baskı oluşturan alkış, sahnedeki aktörün onaylaması durumunda mecburi bir takdir eylemine dönüşür. Bu altı boş takdir bağımlılığı, hocanın sınıfa girmesiyle alkışlanmasına kadar ilerledi ve beni, kuruma karşı bir alay, hocaya karşı bir ironik takdir olmasına rağmen ‘’Edebi Metinler’in en sevilen öğrencisine dönüştürdü. Bunun için bir alkış, bir bravo yetti. O alkış motive edici değil de protesto edici bir alkış olsaydı (kargış) da muhtemelen aynı değeri görürdü, okuldan atılmamı sağlardı. Bugün sanat kelimesinin çatısı altında dahil olunan her nesnenin karşısında da durum aynı. Motive edici alkış her zaman ilkel boyutlarda dahi normal olarak değer görülürken, ufak bir olumsuzlama hoş karşılanmaz. Bu, cumhuriyet sonrası Türkiye’de ‘’Emeğe Saygı’’ sloganıyla yanlış anlaşılmış, sakat oturtulmuş bir olgu olarak takdir ve alkışla başlamış, işi icra edene de ‘’bu bir tutku işi’’ ajitesiyle sonradan empoze edilmiş bilinçli bir propagandadır. İktisatta faydasız emek, kaynağı verimsiz kullanmaktır ve kutsal değildir. Bugün devlet imkanlarıyla, büyük bir bolluk içinde yapılan sanat faaliyeti ne bir tutkudur ne de sanatla uzaktan yakından bir ilgisi vardır ve alkış olmazsa tüm bu israf gün yüzüne çıkacağından alkış bir örtücü rolünde gerekliliktir, estetik uyuşturucu olarak var olmak zorundadır. Aksine ölçülü takdir de ölçülü eleştiri de olumlanmalıdır.
Yapılan bir araştırmada yolcu uçaklarının piste inişindeki alkışlama ritüelinin uçuş sayısı arttıkça azaldığı görülüyor. Uçuş kültürüne hakim olan, uçak yolcuğunu normal haline getiren yolcularla, uçak yolculuğunu burjuva faaliyeti görenler arasındaki fark belirgin olarak alkışla saptandığı istatistiklerle saptanmış. Bu bağlamda; katartik alkışığın yoğunluğu ile içinde olunan faaliyetin sayısı arasındaki doğru orantı ilkel bir neşeyle hacim buluyor. Bir başka ifadeyle bir faaliyeti beğenisi ve eleştirisiyle kültür haline getirememiş, Adorno’nun deyimiyle Halbildung’ların, aldığı diplomanın mesleki erkilliğiyle kendini onaylanmış bu zeminde entelektüel addedenlerin bohçasındaki tek entelektüel eylem alkış olacaktır. Yarı eğitimli, sabit fikirler üzerine kurulu estetik algıdaki Halbildung’ların sahip olduğu tek beğeni eylemi elleridir. Sosyoloji profesörü Ali Ergur, bu tip seyircideki geçirgen olmayan, bilgileri kırıntı ya da donmuş şemalar halinde yüzeysel, düşünsel bir açılıma gereksinim duymadan oluşan gizli muhafazakarlıkla, kodlarını öğrenmeden dahil olduğu dünyanın sanatçılarının yorumunun iyi olup olmadığını önemsemeyen, coşkulu alkışı patlatan seyirci kitleleriyle dolu olduğunu belirtir:
‘’ Ancak Türkiye'de, her türlü alkış merakının altında, beğeninin, sanata ilgili bir merakın, öğrenme isteğinin (örneğin yanlış alkışı patlattığı zaman bunun doğru bir zamanda yapılmadığını çevresinden, hatta sahneden gelen tepkilerle idrak edip bir daha tekrar etmemek) ve ölçülü takdirin ifadesini ortaya koymaktan ziyade, aslında kendini çok da içinde hissetmediği bir kültür alanında bulunmayı zorunluluk olarak benimsemiş olmanın derin geriliminden kurtulma itkisinin yattığını iddia etmek çok da yanlış olmaz. Ancak hepsinin ötesinde, bunca alkış tutkusu, özünde aile ilişkilerinden devlet yönetimine kadar iliklere kadar sinmiş otoriter yapının hem semptomu hem onun baskısının dışavurumudur. ‘’
Veysi Sevinçli’ye göre alkış;
‘’ Alkış ve kargışlar, sosyal toplumlarda genellikle maddi açıdan fakir ve fizikî yönden de zayıf insanların başvurduğu bir yöntemdir. Konularını insan hayatı, kişilerin değer yargısı ve toplumun maddî ve manevî kültürünü içinde barındırdığı özlü sözlerden alan alkış ve kargışlar, zaman ve zemine göre değişik şekiller almış, yeni tarzlara bürünmüştür. Hikâye, destan, şiir, türkü ve ağıt gibi edebî türlerin, alkış ve kargışlarla dolu olması, bunların zaman zaman toplumun bir savunma ve zaman zaman da mutluluğu ifade etme aracı olduğunu göstermiştir.’’
20. yüzyılın başlarında televizyon dünyasının şekillenmesinden hemen önce alkışın uygulanabilirliğine günümüzdeki biçimi verildi. Sahne faaliyetinin belirlenen anlarında seyirciye baskı kurarak görevi coşmak, gülmek, ağlamak ve alkışlamak olan ve bu işten tiyatro sahipleri tarafından hatırı sayılır para ödenen şakşakçı grupları oluşturuldu. Tiyatro için seyircinin gürültüsü çok değerli bir reklam biçimiydi. Coşkuyla biten bir gösteri daha fazla seyirci daha fazla para demekti. Şakşakçılar günümüz dünyasında bu tür rağbet gören sahnelerde bugün gerektiğinde susturan, düzeni sağlayanlar olarak görev değiştirdi. Alkış, ehlileştirildi. Türkiye sahnelerindeyse seyirciler şakşakçı olarak, hatta üzerine para vererek eski tip alkış biçimini devam ettiriyor.
1950’lerden sonra televizyon, oyunu sahne taşıdı ve sahneyle seyirci arasındaki ipi tamamen kopardı. Müzisyenler, oyuncular, komedyenler kamera ve mikrofonlar için performans gösterir duruma geldi. Evde koltuğunda izleyen izleyiciyi hareket geçirmek için yayına kurguyla eklenen, önceden kaydedilmiş kahkaha ve alkış sesleri eklendi. Böylelikle önce ehlileştirilen sonra dijitalleşen alkış böylelikle her zaman kontrol edilen kültürel bir olgu halini aldı.
Bugün alkış, Yetenek Sizsiniz’den, Tv skeçlerine, tiyatrolara kadar kontrol edilen, yönlendirilen estetik bir uyuşturucuya dönüşen alkış, internetteki uygulamalarda ‘’ben de ordaydım’’ paylaşımlarıyla beğeni butonuna dönüşerek daha vahşi ve daha kaotik bir yeni yüzyıl doğuruyor.
Kaynakça:
Megan Garber, A Brief History of Applause
Prof.Dr. Ali Ergur, https://www.sanattanyansimalar.com/yazarlar/ali-ergur/alkis-lutfen-alkislamanin-erdemi-ve-gereksizligi-uzerine/2190/
Vehsi Sevinçli, Türk Dili Edebiyatı Dergisi, Ocak 2016, Türk Kültüründe Alkış/Kargış ve Adilcevaz Örneği
Comments