Bisiklet Karikatüründen Zizek ve Lacan
- Övgü Aloğlu
- 12 Oca 2023
- 5 dakikada okunur

Kelime, Şey’in ölümüdür. – J. Lacan
Zizek, psikanalitik teori (Lacan), politik teori (Marks) ve felsefe (Hegel) arasında bağlantılar yapmakla tanınır. O’nun için gerçek; Freud’un bilinçdışı kavramıyla bağlantılı psişik boşluktur, travma ve yoklukla ilişkilidir. Böylesi bir yıkım, aslında gücün sonsuzluk içermediğine ve yitirebileceğine dair bir göndermedir. Sembolü yok etmek özvarlığın yitişini de simgeler.*
Savaşın ve şiddetin estetize edilmesi insanlık tarihi kadar eski bir geleneğin ürünüdür. Ancak sanatın yıkım ve şiddetle temsili değil de ontolojik bir ilişki kurması Romantik estetiğin oluşumuyla eş zamanlıdır. Şair ve ressam William Blake, şiirin gerçek özünün şeytan olduğunu yazar:
“Şiir, istese de yapıcı olmaz; o yıkıcıdır; o, ancak isyan ettiği zaman gerçektir.”
Sanatın yıkıcılığı ile ilgili birikim, 20. yüzyılın avangard hareketlerinde doruğa çıkar. Sanat manifestoları dönemini açan, “yıkıcı ve kundakçı” Fütürizm Manifestosu bunun en vurucu ifadesi sayılır: “Artık mücadelenin dışında bir yerde güzellik yoktur. Saldırgan karakteri bulunmayan başyapıt olamaz… Savaşı, anarşistlerin yıkıcı hamlelerini saygıyla anmak, müzeleri ve kütüphaneleri yıkmak istiyoruz. Sanat, şiddetten, zulüm ve adaletsizlikten başka bir şey olamaz.” Ekspresyonistlerin 1918 Alman Devrimi arifesinde yayınladıkları manifestoları da yıkıcılık tapınmasında fütüristlerinkinden geri kalmaz:
“Uyanın! Uyanın! Sizi şiddet dolu bir ayaklanmaya, alev alev bir anarşiye çağırıyorum.”
Bu tür şiddet çağrılarına öteki avangard hareketlerde de rastlanır. Ama sanatın şiddeti yoğun olarak deneyimlediği eylemler 1968 Devrimi ile yayılır. Başı çekenler arasında sitüasyonistler ve “yıkıcılığın esteti” Guy Debord da yer alır. Onlara göre, 1968 Mayıs’ında devrimcilerin Paris’i ele geçirmeleri bir festivaldir, topluca oynanan bir oyundur, kent hayatının estetikleştirilmesidir. İşte şimdi Baudelaire’in düşlediği gibi “hayalgücü iktidardadır”. Arzular özgürdür, sürrealizm sokaklardadır. Sanatın iktidarı kısa sürer ama sitüasyonizmden esinlenen sanat ve terör hareketleri sanatı piyasalaştıran postmodernist hegemonyaya kadar son bulmaz. 9/11 saldırısının estetiği üzerinde dururken Paul Virilio avangardın bu saldırgan doğasını, dehşetle yoğrulmuş olmasıyla açıklar:
“20. yüzyıl sanatı temel olarak teröristtir ve terörize olmuştur… İki dünya savaşıyla, soykırımla, tekno-nükleer güçle v.b. mahvedilmiştir. Birinci Dünya Savaşı’nı hesaba katmadan Dada veya Sürrealizmi anlayamazsınız.”
Savaşın oyuna dönüşmesi Baudrillard’ın simülasyon kuramını hatırlatır. Savaşa gönderme yapan bir bilgisayar oyunu, gerçeği öteler, unutturur, yok eder ve kendini yeni bir gerçeklik olarak sunar. Bu, başka bir açıdan normalleştirme sürecidir. Hakikat sonsuza kadar yitmiş, yerine trajediyi hiçleyen bir kavram oluşmuştur. Artık karşımıza gerçek olmayan, gerçek olmadığını bildiğimiz, ama sadece öyleymiş gibi davrandığı için öyle kabul ettiğimiz salt bir simülasyon vardır. Oysa ne semboller, ne de gerçeğin yerine geçen gerçekler ilk elden yüzleştiğimiz göstergeler kadar çarpıcı değildir. Yerine geçecek her şey bilinçli bir algı için ancak gerçeğin başka bir boyutta okunması anlamına gelir. Cümleyi kaynaklarından, örneklerinden sıyırıp olduğu gibi aldığımızda başka bir gerçeklikle karşılaşırız. Müze ve galerilerde karşımıza çıkan nesneler, bütün bunlara ekleyebileceğimiz farklı anlatım yollarını benimsemiş, farklı estetik kategoriler içinde değerlendirilen milyonlarca yapıt; sadece birer katartik sürece, haz nesnesine, kafa karışıklığı yaratan imgelere dönüşür. Hiçbir şey gerçek kadar çarpıcı değildir. Çelişkili olan ise, bazen gerçek algıladığımız, öyle sandığımız şey de değildir.
Nasio'ya göre;
"Gerçek, tam da korkunun tabiatı, duygunun maddesidir." Çocukken nasıl yaşadıysak, kırk elli yıl sonra da aynısını yaşadığımız, silinmemiş, değişmemiş duygusal bir haldir. "Ruhsal dünyamızın zamanla değişime uğramamış tarafıdır."
Burada yaşanılan korku, hissedilenler, dile getirilemeyip, geçmiş deneyime yapılan bir atıfla açıklanmak istenmiştir. Gerçek, dile getirilemez, sembolleştirilemez. Sembolik düzen içerisinde gerçeğe yer yoktur. Bir şeyi sembolleştirdiğin anda gerçek olmaktan çıkar.
Lacan, ‘’Bilinçdışı Öteki’nin söylemidir.’’ diyecek ve bir dil gibi yapılanmış bilinçdışının Öteki’nin etkisiyle meydana geldiğini, belirişleriyle de özneyi şaşırttığını öne sürecektir. Konuşan özne her seferinde gösterenlerin hazinesi olan Öteki’ne seslenmektedir. Özneler-arası iletişimden her bahsettiğimizde kaçınılmaz olarak Öteki’nin yerine gönderimde bulunmamız da şaşırtıcı değildir. Freud ve Lacan, toplumsal olanı bireylerin dışında konumlanan nesnel bir alan olarak değil, tam tersine içeride, öznellikte yer alan dışsallık olarak (extime) kurarlar. Buna bağlı olarak toplumsal bağın oluşumu da iki temel ruhsal hareketi gerektirir: Temelinde ensest yasağını bulunduran simgesel yasanın içselleştirilmesi ve ötekiyle olan ilişkimizi düzenleyen zevkin (Jouissance) dışarıya atılması.
Zizek’in bugün vardığı nokta psikanalizden, popüler kültüre, felsefeden günün dönüştürülmesine değin birçok alanı kapsar. Bir başka açıdan ‘’Yamuk Bakmak’’ adlı çalışmasının başlığıyla birebir örtüşen düşünsel bir eylem gerçekleştirir, şeylere ve gerçeğe Yamuk Bakar, algılarımızla oynar. ‘’Şey’’leri yorumlarken yoruma ilişkin yeni öneriler getirir. Bununla birlikte model nesne ile değil, izleyici ile ilişki kurar. Bu ilişkiyi kurarken objeyi simgeleştirir, bir göstergeye dönüştürür.
Zizek, modernist sanattaki kopuşun obje ile onun yer aldığı alan arasındaki gerilimin yansıtmayla hesaba katılmasıyla ortaya çıktığını söyler. Başka bir deyişle nesne ‘’boş’’un yerine konarak estetik değere dönüştürülmektedir. Aslında yücenin nesnesi bizzat ‘’boş’’un kendisidir.
Zizek, Lacan’ın seminerlerinde ortaya koyduğu amaç ve dürtü kavramlarını ‘’Dürtünün nihai amacının dürtü olarak kendini yeniden üretmek, dairesel yoluna dönmek, hedefe gidip gelen yolunu sürdürmektir. Asıl keyif kaynağı bu kapalı dairenin tekrara dayalı hareketidir’’ diye açıklar. Başka bir deyişle fantezi, arzuyu gerçekleştiren senaryodur. Oysa Zizek; Zenon Paradoksuyla fantezi boyutuna başka bir bakış getirir. Fantezi arzuyu gerçekleştirmekten çok onu doğuran bir senaryodur. Çünkü arzulamak için fantezilere ihtiyacımız vardır. Ya da arzulamayı fantezi yoluyla öğreniriz.
Zizek’in ‘’Yamuk Bakmak’’ kitabında ele aldığı öncelikle yitirilene dönüşe örnek olacak, tanımladığımız o dairesel döngüyü hatırlatan metinle karşılaşırız. Benzer bir metaforu Highsmith’in ‘’Karanlık Ev’’ adlı öyküsü üzerinden açıklar. Bir kasabada erkeklerin bir barda toplanıp terk edilmiş ev hakkında konuşmaları olaylar dizisinin başlangıcıdır. Erkekler arasında evin esrarengiz lanetinden dolayı kendilerinin oraya giremeyeceğine dair bir anıştırma yerleştirmiştir yazar öyküye. Ama aynı zamanda o ev hepsinin ilk kez özellikle de cinsellikle ilgili kuralları kuralları ihlal ettikleri yerdir. Kasabaya bir gün genç bir mühendis gelir ve eve girmeye cesaret eder. Sonra da bara gelip evin sadece bir harabe olduğunu anlatır. Bardakiler bir anda dehşete kapılır ve mühendisi öldürürler. Zizek öyküyü, mühendisin, adamların arzularını dile getirebilecekleri bir yerden yoksun bıraktığı olarak yorumlar. Nesneyle birlikte fantezi de yok olmuştur. Ev aslında hiçbir şeydir, dolayısıyla bir kez kana gerçek açığa çıktığında yaratılan senaryoların da hiçliğine işaret eder.
Zizek, çalışmalarında Gerçeklik Tutkusu’ndan bahsederken;
“Gerçeklik tutkusu”nu 20. Yüzyılın kilit bir özelliği olarak kaydeden Alan Badiou; “19. Yüzyılın ütopyacı, bilimsel tasarımlarına ve ideallerine; gelecekle ilgili planlarına karşıt olarak 20. Yüzyıl’da bir Yeni Düzen’in gerçekleştirilmesini amaçladı. 20. Yüzyılın nihai, tanımlayıcı deneyimi, gündelik toplumsal gerçeklik yerine, doğrudan Gerçeğin deneyimlenmesiydi. Bu gerçek, Bütün şiddeti, aldatıcı kabukları soyuldukça ortaya çıkan Gerçekti. Ancak, Badiou’nun gösterdiği gibi, saf Gerçeğin, tanımlanamayan gerçeklikten damıtılması için çekilen şiddetli eziyet, tam aksini, yani saf görüntüye karşı duyulan bir saplantıyı doğurur.” demektedir.
Temsili karikatürün bilinçaltındaki çağrışımında ve verilen örneklerin tümünde arzu, aynı zamanda metafor olarak ölümcül deneylere de işaret etmektedir. Uca gitmek bize çıplak gerçeği hatırlatan parçamızı yok etmekle yükümlüdür. Arzunun simgesi anahtar bir kez daha hayatımıza dair eylemler zincirini bağlatmıştır. Kapıyı açmak, bir hiçlikle karşılaşacak olsa da yeniden üretmenin- eyleme geçmenin ön koşulu olarak karşımıza çıkıyor.
Kaynakça:
· Nural, Umur Y. (2017) ‘’Lacan’ın Söylemler Kuramı Işığında Toplumsal Bağ ve Şiddet Üzerine’’
· Yüksel, Nilgün, ‘’ Zizek Üzerinden Bir Okuma Denemesi’’
· Tura, Saffet M. (2007) ‘’Freud'dan Lacan'a Psikanaliz, Kanat Kitap, İstanbul’’
· Eren, Mustafa. (2012), ‘’Lacan'ın Gerçek Kavramı ve Özneyi Tahrip Eden Tecrit’’
· Artun, Ali. (2011), ‘’Yıkıntı Estetiği’’
· Freud, S. (1913), Totem ve Tabu, Sosyal Yayınları, 1993.
· Freud, S. (1930), Uygarlığın Huzursuzluğu, Metis Yayınları, 2014.
· Nural, U.Y., “Jacques Lacan’ın öğretisinin, mantıki zaman diyalektiği içerisinde, topolojisinin üçlü düzeneğinden geçerek anlaşılması üzerine”, İstanbul Kültür Üniversitesi Psikoloji KulübüBülteni “Lacancı psikanaliz ve Türkiye’deki yansımaları” içinde, 2015, sayı 5, s. 4-9.
· Soysal, Ö. (2006) “Günümüz Psikopatolojilerine Günümüz Söylemi Bağlamında Lacancı Bir Bakış”, Psikanaliz Yazıları, sayı 12, İlkbahar 2006, s. 87-96.
· Soysal, Ö. (2007) “Şiddet: Öteki’nin Yıkımı”, Doğu Batı Düşünce Dergisi “Şiddet” içinde, Kasım-Aralık-Ocak 2007-08, sayı 43, s. 129-137.
Comments